Osmanlı Devleti'nin kuruluşu dünya tarihinin en mucizevî hâdiselerinden birisi olarak kabul edilmiştir. Küçük bir beylikken hızlı bir büyüme ve güçlenmeyle devletleşme sürecine geçmesi; oradan üç kıtaya yayılan ve çok renkli bir milletler-dinler mozaiğine dönüşmesi; insanlık¸ adalet ve hoşgörüyle hükmedip cihanın en kudretli ve en uzun ömürlü devleti mevkiine yükselmesi tarihçilerin ilgisini ve dikkatini çekmeye hâlâ devam etmektedir.
Kuruluşunun temelinde yatan sırları çözmek için araştırmacılar¸ dünya çapında bir gayret ve merakla Osmanlı'nın geride bıraktığı miras üzerinde keşifler yapmaktadırlar.
Osmanlı'nın kutlu doğumunun ve hızlı büyümesinin sırrını açıklayan ve sultanların peygamber efendimize olan sevgilerinin tezahürlerini, çıkmış oldukları harplerde bile açılan sancağı şerifler ile son anda kazanılan zaferlerin yaşattığı muştu O’na duyulan sevginin yansıması olmayı sürdürmüştür.
Bu hanedan Kâinatın Efendimizin bir hadisinin tecellisine de mazhar olmuştur. Peygamber Efendimiz ’in "İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onun askeri ne güzel askerdir" mealindeki bir sözü Osmanlı hanedanının en büyüklerinden olan Fatih Sultan Mehmed Han’ın şahsında tecelli edecektir.
Yavuz Sultan Selim dünya haritasına bakıp alaylı bir tavırla şunları söylemiştir: "Bir hükümdar için eh, neyse! Ama iki hükümdar için az!" diyerek haritayı atının ayaklarının altına atmıştır ve atını şaha kaldırmıştır.
Yaşları 63’ü geçtiğinde "Yaşınız kaç" sorusuna "Haddi Aştık" kelimesi ile cevap veren Osmanlı toplumu O’nun manevi şahsiyetinde dünya üzerinde 63 yaşından sonra yaşamayı bile kendilerine layık görmemiş ve Resulallah 63 yaşında dünyadan ayrıldı biz haddimizi aştık diyecek kadar aşk ve sevgi ile dopdolu bir imparatorluktu.
Ne ibretlidir ki Osmanlı, selatin câmilerde daima bir "âmâ müezzin" bulundurmaya da itina göstermiştir. Nitekim yakın zamana kadar Süleymaniye, Fâtih gibi câmilerde bunların örneklerine rastlanmakta idi. Bu husus, ekseriyetle sıradan bir tesadüf zannedilip pek de üzerinde durulmaz. Hâlbuki bunun temelleri asrısaadete dayanıyordu. Zira Mescid-i Nebevide Bilâl-i Habeşî’nin yanı sıra Resûl-i Ekrem Efendimiz ’in diğer bir müezzini de, âmâ sahabe Abdullah ibn-i ÜmmiMektûm idi.
Tarih şâhiddir ki, milletler ve fertler, ömürlerini edindikleri tecrübelerin ışığında tanzim ederler. Bu nedenle fert, tecrübelerinden bihaber yaşayamayacağı gibi milletlerde tarihi hadiselerin ikaz ve ışığına daima muhtaçtırlar. Milletlerin kaderinde yaşanan iniş ve çıkışlar, gelecekğe aktarılacak tecrübelerin yığınıdır. Bunların sebep ve sonuçlarının yeni olaylar ile birlikte doğru bir şekilde aydınlatılması ise, milletler için istikbalde oynanacak önemli rolün habercileri olarak devam edecektir.
Meşruiyetini temelde dinden alan, yönetim sistemi, müesseseleşme ve reaya ile olan ilişkilerde, uygulamada Sünni İslam hukukuna riayet eden Osmanlı devletinde İslam belirleyici bir rol oynamıştır.
Osmanlı Devleti döneminde fethedilen yerler, bütün İslam tarihi boyunca yapılan fetihlerden daha fazladır. Devlet en geniş sınırlara ulaştığında yaklaşık 24 milyon kilometrekare yüzölçümüne sahipti. Bu fetihlerin altında Kur’an-ı Kerim’e gösterdiği hürmet sebebiyle muazzam bir devletle müjdelenen Osman Gazi’nin, oğlu Orhan Gazi’ye söylediği, "Ey oğul değildir bizim davamız kuru cihangirlik davası, bizim davamız nizam-ı âlem, İ’lâ-yı kelimetullahtır" nasihati yatmaktadır. Orhan Gazi ise oğlu Birinci Murad’a "Oğul, Kur’an-ı Kerim’in hükmünden ayrılma. Adaletle hükmet, gazileri gözet, fakirleri doyur, dine hizmet edenlere bizzat hizmet etmeyi şeref bil. Zalimleri cezalandırmakta gecikme, en kötü adalet geç tecelli edendir. Sonunda hüküm isabetli dahi olsa geciken adalet de bir nevi zulümdür." demiştir. Bundan dolayıdır ki Osmanlı Devleti gittiği yerlere adalet, insanlık, kültür ve medeniyet götürmüştür. Osmanlının öfkesi bile zikir merkezlidir. Ecdat kızdığı zaman bile, Allah, Allah, Fe Suphanallah vb. ifadeler kullanırdı. Bu durum Peygamberi bir özelliktir. Osmanlı Devleti tüm kurumları ile birlikte bir sünnet devleti idi. Osmanlı padişahları peygamberin sünnetine göre yaşamayı tercih etmişlerdir.
Medine-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tazelemeden, oradan gelen kâğıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan tek bir Osmanlı padişahı yoktur. Ayrıca Mescidi-i Nebevinin tamirinde her taşı, büyük ve küçük abdestli olarak ve besmele ile yerine koyan Osmanlıların bu tamir esnasında çekiçlerine keçe bağlayarak Resûlullah’ın ruhaniyetini tedirgin kılmaktan çekinmeleri, bu devletin misli görülmemiş bir şekilde bir edep devleti olduğunun göstergesidir.
2015 yılını arkasında hüzünler, gözyaşları ve imdat çığlıkları ile geride bırakıyoruz. Bayırbucak Türkmenlerinin çığlıkları kulaklarımızdan gitmiyor. İnşallah 2016 yılı yeniden Diriliş’e vesile olur. Sessiz Vaveyla’lar gökyüzüne haykırışlar dile getirerek yeni yıla merhaba deriz