Gelin biraz zaman içerisinde yolculuk yapalım.
Hz. Hüseyin Efendimiz (ra) dönemine gidelim meselâ.
Kerbelâ’dayız.
Hz. Hüseyin Efendimiz dedi ki: “Yâ Rabbi! Onlara gökten yağmur indirme!.. Yeryüzü bereketlerinden onları mahrûm eyle!…
Mukaddes isimlerine kurbân olduğum Yüce Allâh’ım!
Onları geri bırakır yaşatırsan, onları nimetlerinden mahrûm eyle, onlar için türlü türlü yollar yap, birliklerini yık, onları mutluluktan mahrûm eyle!
Hz. Hüseyin Efendimiz’in yakarışından sonra o coğrafyada yaşayıp da Hz. Hüseyin Efendimiz’in aman deyişine yardım edebilecek olduğu halde yardımına koşmayanların arasında fitne, huzursuzluk, gözyaşı ve kan hiç eksik olmadı. Tâ ki Hazreti Hüseyin Efendimiz’in kanından zerre miktar elinin kiri olmayan bir kavim gelinceye kadar…
Peki sonra ne oldu?
Tam 850 yıllık huzursuzluktan sonra ne oldu da bu coğrafyaya 400 yıl sükûnet iniverdi…
95 yıldır şanlı ecdâdımız Osmanlı bu topraklarda yok.
Üstelik Osmanlı’nın 623 yıllık saltanâtının 400 yılı aşkın bir döneminde hükmettiği bu bölgede bıraktığı tecrübe de yok.
95 yıldır kan hiç dinmedi, gözyaşı hiç azalmadı. Yetimler arttı. Kadınlar dul, evlatlar babasız kaldı.
Yanıbaşımızda Irak, Suriye. Bir öte tarafta Filistin, Mısır…
Bir taraf hep Hz. Hüseyin gibi mazlum ve mağlûb…
Bir taraf hep Yezid gibi ihânet dolu…
Ve bu coğrafya maalesef Hz. Hüseyin Efendimiz ’den sonra hep Kerbelâ…
Hz. Hüseyin Efendimiz’e ne demişlerdi? Ey Hüseyin, Kûfe halkına güvenme…
Kûfe Halkı Bî Vefâ. (Kufe halkı vefâsızdır.)
Dün Hüseyin Efendimiz şehîd edilirken etraftaki tepelerden seyreden Kûfe halkı da ağlıyordu, tıpkı iftar sofralarının başında haberleri seyrederken bizim de ağladığımız gibi…
Unutmayın,
Hz. Hüseyin Efendimiz’in kanının hesâbı Kûfe halkından sorulacağı gibi bizlere de Filistinli, Iraklı, Suriyeli çocukların akan kanının hesâbı sorulacaktır. En yukarımızdakinden, en aşağımızdaki her ferde kadar.
Daha da geriye gidelim isterseniz. Günümüzden yaklaşık 3500-4000 sene önce yaşamış olduğu dönemde Beytullâh’ı inşâ eden, Hz. İbrâhim Peygamberdir. Bu 3500-4000 yıl aralığında Kâbe tam altı kez işgâl teşebbüsüne mâruz kalmıştır. İşgâller hep kendini “Müslüman” olarak tanımlayanlar tarafından yapılmış, işgâl teşebbüsleri ise Hristiyanlar tarafından yapılmıştır.
Mülkün sâhibi Yüce Allah “beyt”ine kan dökmek kasdı ile gelenler Müslüman veya kendini öyle tanımlayan kulları olduğunda merhamet etmiş ve onlara tövbeleri için fırsat vermiş ama işgâl kasdı ile gelenler Hristiyan veya gayr-ı müslim olduğunda ya Ebâbilleri veya Ebâbil misâli kulları ile onların bu cürümlerine engel olmuştur.
Yemen Vâlisi Ebrehe tarafından yapılan işgâlde henüz yeryüzünde O’nun ümmetinden Allâh’ın dîninin koruyucuları olmadığı için “Beytullah” sıradışı bir yolla “Ebâbil”lerin koruyuculuğuna bırakılmıştır.
Tıpkı Hz. Peygamber’i (sav) mağarada koruyan örümcek gibi.
Peki bundan tam 30 sene önce kalabalık ve silahlı bir grubun Kâbe’yi basması, Harem-i Şerif’in haftalarca işgâl altında kalması, çatışmalarda yüzlerce kişinin hayâtını kaybetmesi ve baskının çok kanlı bir şekilde, hem de Fransız antiterör birlikleri kullanılarak sona erdirilebilmesi esnâsında Rabbimiz Ebâbilleri niçin göndermedi?
Sebep çok açıktı. İşgâl eden kullarının kendilerince bir Hz. Muhammed sevgisi vardı ve bu yüzden onları birbirine bıraktı.
Portekizliler Hindistan’ın batı sâhillerindeki Goa şehrini aldıklarında 6000 Müslüman kardeşimizi katletmiş geri kalanları da ertesi gün câmilere doldurup yakmışlardı. Çanakkale Savaşlarında 57. Alay önünde Avustralyalılar’ın asker kardeşlerimizi bir ağıl içerisine alıp diri diri yaktıkları gibi. Bu hâinler daha da ileri gidip Nil’in yatağını değiştirerek niyetlerinin Mısır’ı kurutmak ve Hz. Muhammed (SAV)’in türbesini yıkmak olduğunu ilân ettiğinde bu toprakları elinde tutan Memluk sultanlığının Kızıldeniz’de üç tâne dahi gemisi bulunmamaktaydı.
Şanlı ecdâdımız bunu haber alınca Osmanlı tahtında bulunan II. Bayezid 30 gemilik bir yardım filosu ve donanma inşâsı için mühendis ve teknik malzemeleri gönderdiğinde tarih 1511 yılını göstermekte idi. II. Bayezid açık denizlerde serbest çalışan Türk korsanlarına da haber göndererek Memluk Sultânı’nın emrine girmelerini istemişti. 30 gemilik yardım filosunda o gemileri kullanacak denizcilere de ihtiyaç vardı.
Henüz filoyu bile inşâ edemeden Osmanlı Sultanı II. Bayezid vefât etti. Ama vefât etmeden önce emâneti ehil ellere teslim etmişti. Çünkü tahtta oğlu Yavuz Sultan Selim Han vardı. Kendisi hayatta iken oğlu tahtta idi. Artık Portekizliler’in hâin planlarının karşısında Yavuz Sultan Selim Han vardı. Kâbe’yi yıkma teşebbüsünde bulunmak isteyen Portekizliler’e yüzlerce levendimiz karşı koydu. Kâbe öncesi Aden Körfezi girişindeki Aden şehrini alamadılar. Bu çarpışmalarda kim bilir kaç ana kuzusu şehit olmuştu. Dün Kâbe’yi koruyan Ebâbillerin yerini almışlardı onlar.
Dün fitne nasıl kol geziyorsa bu topraklarda bugün de aynı şekilde cirit atıyor meydanlarda. 1514 yılında Memluklular ile aramız açıldı. Kendilerini İslâm dünyâsının lideri olarak gören bu devlet biz olmadan kendi topraklarını koruyamazken, yetmezmiş gibi, Çaldıran seferinde Şah İsmail ile birlikte hareket ederek Osmanlı ihtiyat kuvvetlerini arkadan vurmuştu. Bu yüzden Zembilli Ali Cemali Efendi’ye fetvâ sorulduğunda verdiği cevap arşı titretiyordu.
“Puta tapanlara (yâni Safeviler’e- Şah İsmai’in tâifesine) hizmet eden puta tapmış gibidir. Te’dibi gerektir” diye fetvâ verdi ve Yavuz Sultan Selim Han Hz. Peygamber’in (sav) mânevî dâveti ile Memlukler üzerine yola çıktı.
Hz. Hüseyin ile Kerbelâ üzerine çıktığımız bu yol üzerinde bir anda kendimizi Yavuz Sultan Selim Hân’a dâvet gönderen Hz. Peygamber’in mânevî işâretinde buluyoruz.
Osmanlının bu toprakları nasıl olup da 400 yıl sulh içinde yönettiğinin işâretlerini arayanlara küçük bir ipucu vereyim. Bu devlet Hz. Peygamber Efendimiz’in Mekke ve Medîne’de kurmuş olduğu devletin devâmıdır. Osmanlı Hz Peygamber’in sünnetine göre yaşıyordu. Bu büyük devletin ince ruhlu devlet büyükleri vardı. Bu devleti ayakta tutan bu mânevî yapı taşları idi. Sünnet medeniyetinin kutlu pâdişahları Medîne’ye girerken bile sırtlarını Yüce Peygamber (sav)’e dönmemek için çaba sarf etmişlerdir.
Eğer Âlemlerin Rabbi ömür verse idi Yavuz, Hicaz’ın emniyetini kalıcı kılmak için görev yeri Kızıldeniz ve Hint Okyanusu olan büyük bir donanma inşâ edecekti. Ama olmadı. Kısa sürdü Yavuz’un ömrü. Bize öyle bir cümle bıraktı ki koca Sultan:
“Nerede bir Sahabe izi görürseniz unutmayın ki o toprak bizimdir. Nerede bir sahabe izi görüp de alamadığımız bir yer var ise unutmayın ki o toprak bizim olsun diye zamânını bekliyordur.”
Ümmet hep bu şiar için çalıştı. Hz Peygamber’e hep saygı gösterdi. Zor zamanlarda O’nun bir sünnetini gerçek ağızlardan duyabilmek için kilometrelerce yol kat ettiler. Sonrasında ellerini semâya açarak şu duâyı yaptılar:
Yâ Rabbi, senin bize bu dünyâda verdiğin en değerli nimet Îman ve İslâm nimeti ise ondan sonraki, bunlarla dolu olan evlat nimetidir ki emânetin bildik onları.
Yâ Rabbi, sen bize Yavuz gibi, Kanuni gibi, Fatih gibi, Abdülhamid Han gibi; İslâm’ı ve ona âit her şeyi korumak söz konusu olduğunda dönmemek pahasına yola çıkan evlatlar nasîb eyle.
Âlemde ne varsa hepsi senindir zîrâ…
Zulüm ve küfür her nereye gitse karşılarında bizim evlatlarımızı onları bekler bulsunlar her dâim.
Sünneti Seniyye’den ayrılmamamız ümîdiyle,
Allâh’ın selâmı üzerinize olsun.