Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva’nın çocuklarının hiç bitmeyen bir özlemidir Mekke ve Medîne.
Hz. Âdem (as) ve Hz Havva vâlidemiz Cennet’te bin yıl kadar yaşayıp, İblis’in yalan yemînine inanarak yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak yedikleri için Cennet’ten çıkarıldılar.
Hz. Âdem Hindistan’da Seylan Adası’na, Hz. Havva ise Cidde’ye indirildi. Birbirlerinden iki yüz sene müddetle ayrı kaldılar. Ama bu zaman zarfı içinde hep ağladılar. Affedilmelerini talep ettiler ve duâları kabûl oldu. Hacca gelmeleri emrolundu.
Hz. Âdem (as) Arafat ovasında Hz. Havva ile buluştu. Kâbe’yi inşâ etti. Her sene Hacc yaptı. Arafat Meydanında veya başka meydanda kıyâmete kadar gelecek çocukları belinden zerreler hâlinde çıkarıldı.
Hz. Âdem, gün gelip evlâtları ayrılmak istediğinde onlara “Gidin” dedi. Ama şunu da ekledi: “Sözünüz olsun, yılda bir kere bu toprakları ziyaret için geri geleceksiniz.”
O söz herşeye bedel bir sözdü.
O sözü düşürmeyenlerin sevdâsı hiç bitmedi.
Gidemeyenler insanlığın ilk gününden itibâren hep aynı sözü söylediler; “Ben gidemedim, çok istedim ama yine gidemedim. Bulutları Mekke’ye taşıyan Rabbim, benim de duâlarımı Arafat’a götür, oradakilerin dilleriyle Sana münâcaatta bulunduğu duâlarına katıver” diye.
Gidemeyenler niçin gidemediklerini bilirlerdi. Ama Hz Âdem’in evlâtları içerisinde öyle evlâtlar vardı ki, tüm imkânlar kendilerinde olmasına rağmen gidemediler.
Gitmek isteyenlerin önüne şeyhülislamlar dikiliverdi, yine gidemediler.
Süpürgelerin teleklerini başlarına sorguç yapanlar oldu aşklarından ama yine gidemediler.
Ümmetin işini yarıda bırakıp gidemediler.
Ümmetin bekaası için ayrılamadılar pâyitahttan.
Nefret ve kin tohumları serpenler o zamanlar da vardı. Bu fitne tohumlarını bertarâf edebilmek için o çok sevdikleri Mekke’ye gidemediler.
Gitmek isteseler de önlerine çıktı şeyhülislamlar bırakmadılar onları.
Yutkunmak istediklerinde yutkunamadılar. Boğazlarına takılı kaldı hep Mekke sevdâları.
Genç Osman’ımız vardı bizim.
İsmi ile müsemmâ gencecik bir delikanlı idi. “Gideceğim Mekke’ye, hacı olacağım” diye direttiğinde karşısına bir gönül sultânı çıkıverdi Aziz Mahmud Hüdâi adında.
“Hünkârım yerine adam gönderebilirsin, ama kendin gidemezsin.”
Ne dediyse Aziz Mahmud Hüdâi söz dinletemedi bu gencecik Mekke sevdâlısı Osmanlı pâdişâhına.
Ve Genç Osman’ın sonu maalesef ölümle bitiverdi.
Bugün bâzı pertavsızlar Yavuz Sultan Selim Hân’a dil uzatma densizliğini gösteriyorlar.
Hangi gönül anlatabilir ki Dünyânın en uzun seferi olan Mısır seferini gerçekleştirip yanıbaşındaki Mekke ve Medîne’ye gidememesinin koca hünkâra verdiği acıyı,
“Hâkimül haremeynül Şerifeyn” değil “Hâdimül Haremeynül Şerifeyn” derken oğlu Kânûnî Sultan Süleymân’ın aksine sâde giyinen ve kavuğuna ilk sorguç takan isim olmasındaki gizemini,
Bugün Mekke ve Medîne’de bulunan Ferraşlar (süpürgeciler)’ın, temizlik yapabilmesi için İstanbul’dan büyük dedesi Çelebi Mehmet zamanındaki gönderilen Surre Alaylarını sistemleştirmesindeki sırrı,
Mekke ve Medîne burçlarına ‘biz oraların olsa olsa muhafızı oluruz’ diyerek o beldeye giden görevlilere “vâli” değil muhafız dediğimizi?
Bizim sevgimiz gönülden.
Necip Fazıl Merhumun dediği gibi “ O yüz ki her hattı tevhit kaleminden bir satır, o yüz ki göz değince Allah’ı hatırlatır”, gözümüzün değdiğine değil gönlümüzün değdiğine aşık bir nesiliz biz.
Fethederken bir toprağı mimarı ile, mühendisi ile giden, gençleri evlendiren, yetimlerin başını okuyan bir nesil. Rahmet nazarı ile bakan, baktığı ile amel eden bir nesil.
Nâbi’nin “Sakın terki edebden kuy-i Mahbûbu hüdâdır bu, nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu” sözlerini sarf ederken duyduğu aşk ne ise bu milletin o beldelere olan aşkı da aynı gönülden çıkmış bir ilâhî esinti gibidir.
Nasıl bir aşktır ki bu toplanan surreler, “Mekke ve Medîne’nin fukaralarına dağıtılırken olur da sırtına çuvalı yüklediğimiz birisi Seyyid ve Şeriflerden birine denk gelir sonra Resûlullâh’ın yüzüne nasıl bakarız” diye düşünerek yanında Akkamlar götüren ve kendi gençlerimizin sırtına o yükü yükleyerek sürreleri dağıttıran,
Resûlullâh’ın dizinin dibine Medîne’ye, İstanbul’da binilen bir trenle tüm İslâm beldelerinden yolcuları alarak Hicaz’a ulaştıran,
Âlemlerin Efendisi rahatsız olmasın diye tren raylarının altına keçe döşettiren Sultan Abdülhamid’leri,
Hasta yatağında Mekke ve Medîne’den gelen tezkireleri ayağa kalkıp abdest alarak dinleyen Sultan Abdülaziz’leri,
Kendisine Resûlullâh’ın kölesi diyen Sultan Abdülmecid’leri,
“İki âlemde de beni yanına al, evvelde de devlet senindi, âhirde de devlet senin ya Resûlallâh” diyen Sultan II. Mahmut’ları,
Mescid-i Nebevî’nin mihrâbını sırf “Resûlullâh (sav)’in alnının değdiği yere değil, ayağının değdiği yere alnımız değsin” diye daralttıran Kânûnî Sultan Süleyman’ları,
“Al evlâdım bunlar helâl paradır” diyerek elinin emeği ile kazanmış olduğu paraları Mekke ve Medîne’nin kandillerini aydınlatmak için yağ alınsın diye gönderen Sultan II. Bâyezid’i unutamayız.
Uzun lafın kısası ne bu aşk biter o beldelere, ne de kalemdeki mürekkep,
Ne sevgimiz biter, ne de gönlümüzden katre katre dökülen cümleler.
Unutmayın,
Bizler birer Osmanlı yetimiyiz.
Dedelerimizin dertleri bizim dertlerimiz olmadıkça mazlum Müslüman kanı akmaya devâm edecektir.
Yâ Rabbi azıcık dertlendir bizi,
Azıcık dedelerimizin derdiyle dertlenelim. Azıcık onlara benzeyelim.
Benzeyelim ki derdi azalsın yeryüzünün.
Benzeyelim ki güzelleşsin dünya başkalaşsın.
Ya rabbi bizi dedelerimize layık et.
Bizi onların kim olduğuyla hakkıyla haberdar et.
Mevlânâ ne güzel demiş: “İki âlem vardır: İlki varlık âlemi, ikincisi mânâ âlemi. Varlık âlemi gündüz gibidir, olanı biteni açıkça görürsün, kendini kolayca ele verir. Mânâ âlemi ise gece gibidir, onu bulmak için mutlaka gönül ışığını yakman gerekir.”
Gönül ışığının peşinde koşanlardan eyle bizi Allâh’ım.