Çocukluğumun en güzel yıllarının bir bölümü Adapazarı’nın şirin ilçesi Akyazı’nın Çıldırlar köyünde geçti. Rahmetli dayım İmam olduğu için yaz tâtillerinde ilim öğrenmek için yanına giderdim. Zaman zaman da ilçedeki diğer köyleri ziyârete gidip o bölgedeki âlimlerin dizinin dibine oturur hoş sohbetlerine katılırdım. Dedim ya yaşım küçük, köyleri ziyâret ederken gözüme hep takılırdı üç tokmaklı, küçücük pencereli, büyük kanatlı kapılar. Bir anlam veremezdim kapının neden kanatlarının büyük olduğuna, büyük kanatlarının üzerinde üç tokmak bulunduğuna ve kapının üzerinde bulunan küçücük bir pencereciğin ne işe yaradığına.
Günler günleri kovaladı. Zaman hiç durmadan akıp gitti ömrümüzden bir su misâli. Kocaman bir şehirde yaşıyorduk Adı İstanbul. Necip Fazıl üstâdın sözleri kulaklarımda çınlıyordu:
“Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı sarayından.”
Zihnimi kurcalayan sorunun cevâbını kocaman bir üniversitesinde okuduk İstanbul’un. Soru küçüktü belki. Küçüklüğümden zihnimde kaldığı için bilemezdim cevâbının kocaman olacağını.
Kıymetli dostlar, Osmanlı zamânında bir mü’minin evine direkt girilmezmiş. Evin etrâfı mahremiyetin gizliliği ve koruyucusu olarak bahçeler ve kocaman kanatlı kapılar ile çevrelenirmiş.
Kapıya gelen bir hanım ise kapı üzerinde bulunan en küçük tokmağı vururmuş ince sesiyle kapı tahtasına. O tıpkı kendisi gibi latif ve nârin bir “çıt-çıt” sesi çıkarırmış. Evdeki bayanlardan biri kapıyı açarken, evdeki beyler ayakaltından çekilirmiş. Eğer en iri olan tokmak çalınırsa o zaman evdeki hanımlar bahçeden, içeri geçerlermiş. Zîrâ bu kez gelenin bir erkek olduğu anlaşılırmış.
Edebin ve ahlâkın üst noktaya çıktığı şanlı mâzîmiz.
Durun daha bitmedi. Dedim ya üç tokmak var diye. Birinci ince ses çıkarmıştı hanımlar için, ikincisi kalın ses çıkarmıştı beyler için. Ama asıl soru üçüncü tokmak.
Ne işe yarar, ne anlam îfâ ederdi?
Üçüncü tokmak yanı orta boy olan tokmak çalındığında kapıyı kimse açmazmış.
O zaman kocaman büyük kanatlı kapının üzerindeki zihnimi kurcalayan küçücük pencerecik açılırmış.
Ancak bir elin sığabileceği kadar küçük ve nârin pencere…
Kıymetli dostlar, orta boy tokmak çalındığında kapının ardındakilere yâni ev içindekilere şu mesaj verilirmiş: “Ben muhtâcım ve sende fazla olan şey ne ise onu istiyorum.”
Aman Yârabbi!
Ebu Zerr (ra)’dan rivâyet edilen bir hadiste Hz. Peygamber’in (sav) “Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde ikrâm et!” sözlerinin hâl dili ile yansıması tecellî ediyor zihnimde.
Belki istenen çorba değil ama biz o küçücük pencereciği açtığımızda belki bir yumurta, belki bir hurma, belki bir mecidiye, belki bir elbise veya sıcacık bir ekmek… elimizde ne varsa…
Bir hurma ile cenneti satın alan ecdâdımızın elinde ne varsa kapıdaki o küçücük pencerecikten uzatması edebin, ahlâkın ve yardımseverliğin bu coğrafyada yaşayan halkların kardeşliğinin en temel mayası olduğunun gerçekliğini bize anlatmakta. O küçücük pencerecikten uzatılan el ne veren yüzü görebilmekte, ne de veren el o küçücük pencereye elini uzatanı görebilmekte..
“Sadakayı gizli veriniz” diyen Âlemlerin Efendisinin (sav) her sözünü kendisine rehber edinen, Hz. Peygamber’in Medîne’de kurduğu devletin devâmı olan bu millet; sevgisinin tezâhürünü, O’na (sav) duyulan muhabbeti hiç kaybetmemiş.
“Fedâke ümmî ve ebâ Ya Resûlullâh… Emrin olur” demişler.
“Sadakayı gizli veriniz” sözünü yere düşürmemek için ne yapmalı ne etmeli diye kafa yormuşlar. Öylesine yok olmuşlar ki o küçücük pencereleri ve evrensel iyiliğin sembolü olan sadaka taşlarını îcâd etmişler.
Sadaka taşı nedir diye soranlarınızın sesini duyar gibiyim, anlatalım: Kocaman çukurca bir taş çanak hayâl edin. Üst ağız kısmı bir demir levha ile örtün ancak birleşim yerinin bir bölümünde bir elin sığabileceği kadar açıklık olsun. Eliniz sadaka taşının içine para bırakıyor da olabilir, oradan para alıyor da olabilir. Ne var ki bunu sizden başkası bilmeyecektir. Üstelik almaya karar verirseniz, avucunuzun içine gelen kısmete de râzı olmak zorundasınız. Eski İstanbullular öyle gariplerden bahsederler ki, sadaka taşından bu usûlle sadaka aldığı için mahcup olduğundan, eli döner dönmez aldığı miktardaki parayı aynı sadaka taşına geri bırakırmış.
Yardımda bulunabilmek için genellikle karanlığın basmasını beklemişler yahut kimselerin olmadığı dönemlerde, hâli vakti yerinde olanlar ihtiyaç sahipleri için sadakalarını bu bahsetmiş olduğumuz taşların tepesindeki çukurlara bırakmışlar.
Sadece zenginler değil orta halli bir mü’min veya kendi yağıyla kavrulan bir benî Âdem, kendisinden daha muhtaç insanlar için sadakasını bırakıyordu. Amaç yediği ekmeği kardeşi ile paylaşma asâletinde bulunmaktı. Tıpkı küçük pencere misâli kim kime yardım ettiğini bilmiyordu. İhtiyacı kadar alıyor kalanını bırakıyordu.
Öyle bir zaman geldi ki yardımda bulunacak insan sayısı artmış, yardım alan insan sayısı azalmıştı. Bir hafta boyunca sadaka taşına bırakılan içi para dolu keseler yerinden alınmamıştı.
Kaybettiğimiz onca güzelliğin yanında bir de sadaka taşlarını kaybettik. Bir zamanlar İstanbul’un her köşe başında, her câmi, türbe girişinde bulunan bu âbide eserleri kendi elimizle yok ettik.
Sâdece yaşlıların zor hatırladıkları yorgun hâtıraları arasında kalan bu taşların hizmeti bitmiş değil. Bugün yeni bir vazîfe daha yapıyor… Dün merhametin, şefkatin, inceliğin, zarâfetin timsâli idi, bugün de, cemiyetin dünle bugününü anlamada mihenk taşı olmaya devâm ediyor.
Bu devlet edeb ile 623 yıl ayakta kaldı. Yavuz Sultan Selim Hân’ın, Mekke ve Medîne anahtarlarını teslim alıp 20 Şubat Cuma günü Şam’da Melik Müeyyed Camii’nde kıldığı Cuma namazı esnâsında İmam Efendinin kendisi için ‘Hâkim-ül Harameynül Şerifeyn’ ifâdesi sonrası zemindeki halıyı kaldırarak başını toprağa sürmesi ve secdeye kapanarak gözyaşları içerisinde Hâdim-ül Harameynül Şerifeyn olarak hutbeyi düzelttirmesi ve sarığının ucuna süpürge biçiminde sorguç taktırması da bu edebi en net biçimde anlatmaktadır.