Osmanlı pâdişahlarına hakâret etme ve onların mânevî şahsiyetlerine karşı artan bir saldırı dalgası içerisinde olmanın asıl sebebi, bu milletin Osmanlı’yla olan bağlarının yok edilmek istenmesidir.
Bunu geçmişte başaramadılar, bugün de aynı oyunu oynuyorlar, yine başaramayacaklar. Oyunları bitmeyecek olup yarın için yeni fitneler kuranlar bilsinler ki; yarın da başaramayacaklar.
Osmanlı pâdişahları gönül pencerelerinden öteleri seyreden, seyretmeye aday olan insanlardı.
Osmanlı Sultanları, devlet yönetimleriyle ve târihsel farklılıklarıyla cihan târihine isimlerini altın harflerle yazdırmış mümtaz şahsiyetlerdir. Bu güzîde şahsiyetlere yapılabilecek en büyük kötülük onları târihsel gerçekliğinden soyutlayarak farklı bir biçimde göstermektir. Osmanlı Sultanlarına yapılan bu haksızlık gerek bu pâdişahların kendilerine, gerekse bu topluma yapılabilecek en büyük ihânettir.
Osmanlı İmparatorları dindar insanlardı. Sahabe-i Kiramdan sonra İslâm’a en fazla hizmet eden bu şanlı nesil Hz Peygamber’in (sav) yolundan gitmiş ve o topraklara hizmet etmeyi en büyük pâye saymışlardır. Bugün Osmanlı pâdişahlarına güdülen kindarlığın asıl sebebi onların dindar olmalarıdır. Dînimize karşı olan düşmanlıkları ağızlarından akan salyalara karışmış olan bu zâlim kalemşörler, her geçen gün hâinliklerine bir yenisini daha eklemektedir.
Rasûlullâh’ın Abdullah Ümmi İbn Mektum isimli ikinci müezzininin gözleri görmüyordu. Osmanlı sırf Rasûlullâh’ın dönemini yaşayabilmek amacıyla selâtin câmilerin ikinci müezzinlerini âmâ olarak seçmişlerdir. Öylesine büyük bir ecdâda sâhibiz ki, Mescid-i Nebevî’yi tâmir ederken bile minârelerden bir tânesini dışa doğru yamuk yapmışlardır. Çünkü düşünmüşlerdir ki deprem olur da bu minâre kabrin üzerine düşer. Âlemlerin Efendisi (sav) kabrinde rahatsız olur endişesini hep hissetmişlerdir.
Bugün Osmanlı pâdişahlarına güdülen kindarlığın asıl sebebi onların dindar olmalarıdır.
İnsana değer katan bütün güzellikler gönül ikliminde toprağa düşer ve gönül toprağında yeşerir. Akıl ancak o toprağa hizmet eder ve hizmet ettiği ölçüde fayda sağlar. Çünkü gönül, Yüce Allâh’ın Kâbe’sidir. Nazargâh-ı ilâhîdir.
Bu sebeple, gönlünde Allah sevgisi olanlar gönül aynalarını cilâlamış demektir. Gönül aynalarını cilâlayanlar, yüce Allâh’ın (cc) tecellîlerinin adayı olurlar. Onun için gönül ehlinin susması bile bilen için çok şey anlatır. Çok şey söyler.
Osmanlı’nın yüce sultanlarına hakâret edenlere şu kıssayı anlatmak kâfî gelir mi bilmem ama bizler bu kıssadan dersimizi almalı ve ona göre davranmalıyız:
“Hz. Osman (ra) halîfe olur olmaz halka bir şeyler söylemek için hemen koşup minbere çıktı. Bütün kâinâtın varlığı ile övündüğü Peygamber Efendimiz’in (sav) minberi üç basamaklıydı. Hz. Ebubekir (ra) minberde ikinci basamağa otururdu. Hz. Ömer (ra) de üçüncü basamağa oturdu.
Hz. Osman ise minberin son basamağına kadar çıktı ve orada oturdu. O yüce halîfenin üstün hayâ ve îmânından bîhaber, kendini bilmez bir kişi ona dedi ki:
“Senden önce gelen iki halîfe, Rasûlullâh’ın (sav) yerine oturmadılar. Sen mertebe bakımından onlardan üstün olmadığın hâlde neden onlardan üstün olmak sevdâsına düştün?”
Hz. Osman (ra) buyurdu ki:
“Eğer üçüncü basamakta dursaydım, Hz. Ömer’e benzemeye çalışıyor diye bir vehim hâsıl olurdu. İkinci basamağa otursaydım, bu defa da ‘Kendisini Hz. Ebû Bekir’e benzetmeye çalışıyor.’ diyebilirlerdi.
Minberin üstü ise, Hazreti Muhammed Mustafâ (sav)’in yeridir. Bu itibarla beni o peygamberler sultânına benzetmek kimsenin vehmine gelmez.”
Bu sözlerden sonra Hz. Osman (ra) hutbe okunacak yere oturdu. İkindi vakti yaklaşıncaya kadar, dudaklarını kapadı; sustu, sustu, sustu…
Halîfe’nin o rûhâniyet deryâsı içindeki uzun sükûtu karşısında kimsenin; “Haydi, söyle!” demeye yâhud mescidden dışarı çıkıp gitmeye mecâli yoktu.
Halkın bilgisiz ve görgüsüz olanlarına da; bilgili, görgülü ve hâl ehli olanlarına da bir heybet düşmüştü. Mescidin zarfı da mazrûfu da, yâni içi de dışı da Allâh’ın nur tecellîleri ile dolmuştu. Gönül pencerelerinden öteleri seyredenler, o ilâhî nûru görüyorlardı. Bu görüşten mahrum olan gönül körleri de o güneşin harâretini duyuyorlardı.”
Osmanlı pâdişahları gönül pencerelerinden öteleri seyreden, seyretmeye aday olan insanlardı.
Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han Hicaz Demiryolu’nu yaptırdığında sırf Hz. Peygamber (sav) makâmında rahatsız olmasın diye Medîne sınırlarından itibâren tren raylarının altına keçe döşettirmiştir. Bununla da kalmamış, Medîne sınırına 1 km yaklaştığında tren raylarına gül suları döktürtmüştür. Trenden inenler karşılarında Ravzanın o yeşil kubbesini görsünler diye, Medîne tren istasyonunun haritasını değiştirmiştir. O bölgede çalışan askerleri erken terhis ettirmiştir koca Sultan. Medîne’ye giren trenin üzerinde yazan yazı gönülleri rahatlandıran bir tat vermektedir: “Essalâtu Vesselâmu Aleyke Ya Rasûlallâh”
Halîfe-i ruy-i zemin oldukları halde Şeyhü’l-İslâmlar’ın fetvâları onların başının tâcı olmuş, ‘hacca gidemezsiniz’ dediklerinde boyunlarını bükmüşler, gidememişlerdir.
Tıpkı bugün olduğu gibi Sultan II. Abdülhamid Han döneminde de Osmanlı ülkesinde iç isyanlar, dış tehditler yoğun bir biçimde kendisini hissettiriyordu. Dışarıdaki sorunu çözebilmek için, içerdeki sorunu bertarâf etmek gerekli idi.
Sultan II. Abdülhamid Han, büyük siyâsî sorunlarla uğraşırken ülkeyi modernleştirebilmek için yoğun bir çaba sarf etmiştir. O tahtından indirildikten sonra, devleti daha iyi yöneteceğiz iddiası ile yönetime gelen İttihatçılar 10 sene içinde 600 yıllık koca imparatorluğu bozuk para gibi harcamışlar, tasfiye etmişlerdir.
Sultan II. Abdülhamid Hân döneminde Osmanlı ülkesinde yaşanan iç isyanlar, dış tehditler Sultan Abdülhamid iktidârının uğraşmak zorunda kaldığı meseleler arasındadır. Askerî, ekonomik alanlardaki mevcut yetersizlikler güçlü bir siyâset izlendiği zaman devletin toparlanabileceğine olan inancı artırmıştır. Pâdişah büyük siyâsî sorunlarla uğraşırken ülkenin kalkınması ve modernleşmesi için de büyük bir çaba harcamıştır. Ancak özellikle dış politikanın baskısı ve iç dinamiklerin etkisi bu toparlanmaya izin vermemiştir.
Daha önce de çeşitli makâlelerimde belirttiğim gibi devletimizin en büyük sorunu Kaht-ı Rical meselesidir. Yâni “Adam Kıtlığı” meselesi. Düşünsenize amcası Sultan Abdülaziz Hân’ı tahtından bir askerî ayaklanma ile indiren Hüseyin Avni Paşa’dır. Kendi dönemindeki Said Paşa da bunlardan bir tânesi. Hattâ 31 Mart ayaklanmasının baş aktörü Mahmut Şevket Paşa da bu grubun içerisindedir.
Osmanlı pâdişahlarına hâin diyenlerin kendileri hâindir. Bakınız Sultan Vahidüddin Hân’ın memleketin işgâli söz konusu olduğu andaki tavrına:
İtilaf devletleri donanması İstanbul’a girmiş…
Boğaz’da demirleyecek başka yer yokmuş gibi tam Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demir atmışlar. Üstelik toplarını da Saray’dan yana çevirip, atışa hazır hâle getirmişler. Durumu gören zâbitler, yâverler Sultân’a gelip canının tehlikede olduğunu, güvenliğinin sağlanabilmesi için âcilen kendisini başka bir yere nakletmeleri gerektiğini söylediklerinde, Sultan bu teklifi reddeder ve der ki: “Benim vatanımın en ücrâ köşesindeki vatandaşım da aynı tehlike altındayken…”
Ama sizler onların torunlarını bu ülkeden sürdünüz. Sizin zihniyetiniz Osmanlı pâdişahlarının mezarlarını ziyâret etmeyi bile yasakladı. Pâdişah türbelerine kilitler taktınız. Bizi birbirimize bağlayan Kur’ân ipini koparmaya çalıştınız. Ama yine başaramadınız.
İbn Haldun diyor ya: “Su nasıl suya benzerse, milletlerin geçmişleri de geleceklerine öylece benzer.” Elhamdulillâh, geçmişimiz zaferler ile dolu. Geleceğimiz de geçmişimizden izler taşıyor. Düşünecek çok şeyimiz var ama asıl düşünecekler sizlersiniz.
Hz. Peygamber (sav)’in hicret esnâsında durduğu her noktaya bir istasyon planlayan Sultan İkinci Abdülhamid Han Hazretleri’ne dil uzatan gâfiller; yarın rûz-i mahşerde Sultân’a nasıl hesap vereceksiniz?